Keloğlan ve Altın Ayakkabılar

Bir varmış, bir yokmuş. Uzak diyarların birinde, Keloğlan adında akıllı ve bir o kadar da yaramaz bir genç yaşarmış. Keloğlan, her zaman başını belaya sokan, ama zekasıyla bu belalardan sıyrılan biriydi. Bir gün, köyünde dolaşırken, pazara gitmeye karar vermiş.

Keloğlan, pazarda dolaşırken rengarenk ürünleri ve gürültücü satıcıları izlerken gözleri parlayan bir şey görmüş. Hemen o tarafa yönelmiş. Ne olduğunu merak ediyormuş; yanına geldiğinde, bir satıcının elinde altın kaplamalı muhteşem ayakkabılar gördü. Ayakkabılar, güneş ışığında parlayarak herkesin dikkatini çekiyordu.

“Bu ayakkabılar ne kadar?” diye sordu Keloğlan.

Satıcı, “Bu ayakkabıları giymek için bir hazineye ihtiyacın var! Ancak kimse bu ayakkabıları alacak kadar zengin değil,” dedi.

Keloğlan, düşündü. Zengin olmadan bu ayakkabıları alamayacağını biliyordu ama bir fikir buldu. “Ben bu ayakkabılara sahip olmalıyım! Zenginim, ama hazineyi bulmam lazım!” dedi ve yola çıktı.

Keloğlan, köyün dışındaki ormana doğru gitmeye karar verdi. Ormanda eski bir harita bulmuştu; harita, bir hazineye giden yolu gösteriyordu. Keloğlan, heyecanla haritayı takip etmeye başladı. Yol boyunca çeşitli zorluklarla karşılaştı ama aklı ve zekasıyla hepsinin üstesinden geldi.

Yolda yürürken, karşısına kocaman bir kapı çıktı. Kapının önünde dev bir bekçi duruyordu. Keloğlan, bekçiye seslendi: “Merhaba dostum! Bu kapının ardında hazine var mı?”

Bekçi, gülümseyerek cevap verdi: “Evet, ama bu kapıdan geçmek için bana bir bilmece sormalısın. Eğer cevabını bilemezsen, geçemezsin.”

Keloğlan hemen düşündü ve bir bilmece sordu: “Yüksek dağları aşar, derin denizleri geçer, ama ayak basmaz. Bu nedir?”

Bekçi, biraz düşündü ama doğru cevabı bulamadı. “Bilmiyorum,” dedi.

Keloğlan gülerek, “Cevap rüzgâr!” dedi. Bekçi, şaşırmış bir şekilde kapıyı açtı ve Keloğlan’ı içeriye geçirdi.

Keloğlan, içeri girdiğinde karşısında parlayan altınlarla dolu bir oda buldu. Gözleri parladı; ama hazineyi almak için ne yapacağını düşündü. Tam o sırada odanın ortasında eski bir sandık gördü. Sandığı açtığında içi dolu altın paralarla karşılaştı. Ancak bir uyarı yazısı buldu: “Altınları almak için kalbinizle gelin!”

Keloğlan, düşündü. Paraların peşinde koşmak yerine, kalbini dinlemeye karar verdi. “Ben sadece bu paraların benim için değil, köyüm için olduğunu biliyorum,” dedi. “Onları ihtiyacı olanlarla paylaşacağım!”

Bir anda, altınlar ışık saçmaya başladı ve Keloğlan, elinde birkaç altınla dışarı çıktı. Kapının bekçisi, Keloğlan’ın cömertliğini görünce, “Sen gerçek bir zenginsin! Bu altınlar senin, ama unutma, onları doğru kullanmalısın!” dedi.

Keloğlan, köyüne döndüğünde herkes onu karşıladı. Altınları köylülerle paylaştı. Keloğlan, artık sadece altınları değil, aynı zamanda dostluk ve sevgi de kazanmıştı.

Keloğlan, en sonunda o muhteşem altın ayakkabıları almayı başardı. Ama unutmadan, ayakkabıları giymeden önce şöyle dedi: “Gerçek hazine, paylaştıklarımızdır!”

Ve böylece, Keloğlan’ın hikayesi, köyde nesilden nesile anlatılmaya devam etti. O, sadece bir akıllı adam değil, aynı zamanda cömert ve cesur bir kalbe sahipti. Herkes onun hikayesinden ilham aldı ve birlikte paylaşmanın önemini öğrendi.

Gökten üç elma düşmüş; biri Keloğlan’a, biri onun arkadaşlarına, diğeri de bu masalı dinleyenlere!

Yorum gönder